HAYAT VE YASAMA DAİR GERCEKLER

HAYAT ,TEKNOLOJİ ,KÖSE YAZARLARI ,UZAY ,YASAMIN incelikleri , Sevgi

16 Şub 2009

Başbakan'ı dinleyin, bu yazıyı okumayın.....Fatih Altaylı



Türkiye kriz yokmuş gibi davranıyor ama kriz giderek daha fazla etkili olmaya başladı.
2001 krizinden farklı olarak uçuruma yuvarlanan Türkiye’nin çevresinde tutunabileceği bir dal da yok. Çünkü herkes kendi derdinde.
BDDK’nın verdiği rakamlara göre 2 milyon 100 bin kredi kartı veya tüketici kredisi ödenmiyor ve bankalar bunlar için takibe başladılar. Bu rakam çığ gibi büyüyecek.
İşsiz sayısı 2 milyon 900 bin.
Sonbahardan bu yana işini kaybedenlerin sayısı yarım milyonun üzerinde.
Bu verdiğim rakamlar 10 günlük.
Bugün durum daha da vahim olabilir.
IMF ile görüşmeler önce e-posta düzeyine indi ardından da kesildi.
Kamu rakamları geçen aya kadar iyi gidiyordu ama geçen ay verilen açık 5 ay için öngörülen kadar çıkınca orada da olumsuz sinyaller gelmeye başladı.
Durum giderek vahimleşecek.
Piyasalar durunca kamu maliyesi de duracak.
Vergilerin yüzde 70’i dolaylı vergi.
Piyasada hareket yoksa vergi de yok demek.
Devletin gelirleri acımasızca düşecek.
Nisan'dan sonra işler iyice sarpa sarabilir.
Türkiye seçime kilitlenmiş, olan bitenin farkında değil.
Başbakan Erdoğan “Okumayın” diyerek durumu kurtarmaya çalışıyor.
Tamam gazete okumayın da eve gelen icra kağıtlarını da mı okumayacak bu millet.
Bence okumak lazım.
Herkesten çok da Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın okuması lazım.
Mesela bu yazıyı.
Dünyanın en iyi beş ekonomistinden biri olarak gösterilen Harvard Üniversitesi profesörü Kenetth Rogoff geçen hafta BBC’de bir açık oturuma katıldı.
Rogoff açık oturumda gelişmekte olan ülkeler için son derece olumsuz bir tablo çizdi.

Gelişmekte olan ülkelerin bu krizinden çok olumsuz etkileneceklerini söyledi, borç ödemekte zorlanacaklarını belirtti ve bazı ülkelerin iflas edebileceklerini anlattı. Rogoff’a bu ülkelerin hangileri olduğu soruldu.

Rogoff yanıtladı: “Umarım olmaz ama muhtemelen Türkiye”
Rogoff’a gore özellikle özel sektörün dış borçları büyük bir risk ve Türkiye IMF anlaşmasını erteledikçe bu risk büyüyor.
Aslında bir Türkiye dostu olan Rogoff özetli Türkiye’nin iflasın eşiğinde olduğunu ama bunun farkında olmadığını söylüyor.
Rakamlar da Rogoff’u haklı çıkaracak cinsten.
Habertürk Ekonomi Servisi'nin yaptığı hesaba gore 2008’in 3. çeyreğinde Türkiye’nin dış borç tablosu şöyle:
Kamu borçları: 78,7 milyar dolar
TCMB borçları: 14,3 milyar dolar
Özel sektör borçları: 196.2 milyar dolar
Tablo bu ama Türkiye’nin umurunda değil.
Başbakanımız gazeteleri okumayın, inanmayın diyor.
Belki bu da bir yöntem. Dedemin yöntemi.
Rahmetli dedem hiç doktora gitmezdi.
“Niye” diye sorduğumda yanıtına çok gülerdim.
“Hastasın derlerse moralim bozulur”
Hastalanınca kendini tedavi ederdi. Bitki kaynatır, sağına soluna bal sürerdi. Damarları açmak için viski içerdi.
Son gününde beraberdik.
“Bak” dedi “Sapasağlam gidiyorum. Hiç doktora gitmedin. Hiç hasta olmadan Bir kez bile bir reçete okumadan”
Hiç bilmedik neden öldüğünü.

Yağışlı havalarda otomobil kullanmak

Son günlerde basına yansıyan bir kaç kaza dikkat çekiciydi.
Önce Galatasaraylı futbolcu Arda Turan Porsche’siyle bir su birikintisine girince ölümden döndü.
Sonra şemsiye kralı Celal Birsen benzer bir şekilde Range Rover’ıyla kaza yaparak hayaını kaybetti.
Daha önce yanılmıyorsam Kenan Doğulu benzer bir kazadan zor kurtulmuştu.
Bir arkadaşım yağmurlu havada, Ferrari’si ile su birikintisi nedeniyle yoldan çıkıp 6 takla attı.
Bu kazaları yapanlar hep iyi otomobiller, hatta bazıları dört çeker.
Üstelik bunlar medyatik isimlerden doayı basına yansıyanlar. Bir de duymadıklarımız var.
Son derece kötü inşa edilmiş, kalitesiz yollarımızda su birikintisi kaçınılmaz olduğu için, ben de bu konuyu ele alayım dedim.
Yağışlı havalarda otomobillerin yol tutuşunun azaldığı ve yoldan çıkma riskinin arttığı bir gerçek.
Bunu ortadan kaldırmanın bir yolu yok.
Ancak yol tutuş kaybını engellemenin yolları var.
İlk yapılması gereken iyi bir lastik sahibi olmak.
Otomobiliniz istediğiniz kadar iyi olsun yol tutuşunuz lastiklerinizin kalitesi kadardır.
Yağışlı havalar için diş derinliği ve su deşarj kapasitesi yüksek lastikler şarttır.
Kabaklaşmış lastikler yağışlı havada kayak vazifesi görür.
Diğer bir önemli nokta lastiğin genişliği.
Normal havalarda kalın bir lastik, yol tutuşa olumlu katkı yapar. Ancak yağışlı havalarda gereğinden geniş bir lastik, hele bir de su deşarj eden türden değilse tutunma yüzeyini değil, kayma yüzeyini arttırır.
Kayakçılar gayet iyi bilecektir daha uzun veya kara temas yüzeyi daha fazla olan kayaklarla daha hızlı kayarsanız.
Gereğinden kalın lastikler de aynı işlevi görür.
Özellikle bir su birikintisine girdiğiniz anda otomobil bu geniş lastiklerin üzerinde, sanki bir Zodiac bot gibi kaymaya başlar.
Dikkat ederseniz yağışlı havalarda, kısıntıya giren otomobiller Porsche, Ferrari gibi spor araçlar.
Niye?
Çünkü lastikleri geniş, buna karşın ağırlıkları düşük.
Hele bir de lastikler yağmur lastiği değilse kazaya davetiye.
Otomobillerin asfalta tutunmasında sorun olduğu zaman otomobil dört değil isterse sekiz çeker olsun farketmez.
Tutunma yoksa çekiş de yok.
Bütün önlemleri alsanız da, su birikintisine girmeniz kaçınılmaz.
Çünkü yollar berbat, hatta iğrenç.
Peki girince ne yapacaksınız.
Aslında girince değil girmeden ne yapacaksınız demem lazım.
Tüm sürücelerin bilmesi gereken bir şey var ki, direksiyon denilen yuvarlak çok önemli.
O direksiyonu hiç bir zaman boş bırakmayın.
Tek elle, parmakla, yandan tutmayın.
Direksiyonu daima iki elle sıkıca kavrayın.
Eğer direksiyon sıkıca kavranmışsa su birikintisine girdiğiniz zaman sorunlar minimuma iner.
Mesele aslında bir ağırlık transferi meselesi olduğu için kaysanız bile yoldan çıkmaz, otomobil ekseni etrafında dönse bile bir düz hat üzerinde döner.
Eğer direksiyon sıkı tutulmuyorsa otomobilin ne yapacağını hiç bilemez, o andan itibaren bir daha kolay kolay kontrol edemezsiniz.
İkinci önemli nokta su birikintisine girince asla ama asla frene basmayın.
Böyle bir hareket kazayı kaçınılmaz hale getirir. Kontrol tamemen sizden çıkar.
Ve en önemlisi yağışlı havalarda süratinizi mutlaka düşürün.
Normal koşullardan en az yüzde 20 daha yavaş gidin.
Bu pek çok sorunun ortaya çıkmasını engelleyecektir.
Sağlam ve modern otomobiller çok güvenilir makinalardır.
Hangi koşullarda ne yapacakları çok bellidir.
Yeter ki, siz o koşulları bilin ve ona uygun davranın.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Adam olmanın bir cinsiyet değil bir tıynet meselesi olduğunu anladığımız zaman


fatihaltayli@haberturk.com

28 Nis 2007

Kara delikler hız sınırlarını zorluyor

Asıl önemli soru şu: Bu denli büyük bir enerjinin kaynağı nedir? McClintock ve Narayan'ın varsayımına göre dönüş hızı, kendi üzerine çökerek kara delik oluşumuna yol açmadan önce yıldızın kendisinden miras kalmış oluyor. Kusursuz madde ve ışık soğurucuları olarak nitelendirilen kara delikler üzerinde çalışan astrofizikçileri özellikle ilgilendiren iki temel veriden bahsedilebilir: Kara deliğin kütlesi ve kendi etrafında dönme hızı. Harvard-Smithsonian Astrofizik Merkezi'nden Jeffrey McClintock ve Ramesh Narayan'ın başını çektiği Amerikalı bir ekibin konuyla ilgili çalışmalarına Astrophysical Journal'ın 20 Kasım sayısında yer verildi. Buna göre araştırmacıların üzerinde çalıştıkları üç yıldızsal kara deliğin dönüş hızı saniyede 950 tur olarak belirlendi. Kara delik yörüngesinde bulunan gazlar ve maddenin dönüş hızları arttıkça sıcaklık öyle bir noktaya ulaşıyor ki, bunlar önce güçlü X ışınları yayıyor, ardından kara deliğin merkezinde kayboluyorlar. Görelilik kuramının hesaplamalarına göre, böylesi bir ışıma ancak kara deliğin merkezinden belli bir uzaklıkta gerçekleşebilir. Aksi takdirde gaz herhangi bir ışıma gerçekleştiremeden hızla düşer. Söz konusu mesafede yerleşik alan veya ışının kendisi kara delik ufku (event horizon) olarak adlandırılır. Amerikalı ekip, RXTE (Rossi X-ışını Zamanlama Kâşifi) olarak bilinen teleskobu kullanarak kara delik ufku denen bu alanda yer alan X ışınları üzerinde çalıştılar. Işın kısaldıkça ışının dönüş hızının artış gösterdiği belirlendi. Geçerli kuramlara göre bu dönüşün saniyede 1050'yi geçmemesi gerekiyor. Saniyede 950 tur yapan yıldızsal kara delik bu anlamda teorinin sınırlarında dolaşıyor. Asıl önemli soru şu: Bu denli büyük bir enerjinin kaynağı nedir? McClintock ve Narayan'ın varsayımına göre dönüş hızı, kendi üzerine çökerek kara delik oluşumuna yol açmadan önce yıldızın kendisinden miras kalmış oluyor.Nıvart Taşçı

18 Nis 2007

Hayat Sevgiyle Güzel

Sevgi, bir pozitif enerji kaynağıdır: Pozitif enerji, uzay zaman alanı yaratır. Kin ve nefret ise bir negatif enerji kaynağıdır: Negatif enerji ise, uzay zaman alanını yok eder. İnsan, evrenin modelidir: Evren, birbirine dönüşebilen madde ve enerjiden oluşmuştur. Bu öyle bir oluşumdur ki, madde ve enerji, evrenin her yanına dağılmış durumdadır, sürekli olarak birbirine dönüşmektedir ve evrende boş alan yoktur. Bu dönüşümün kurallarını belirleyen bilimsel yasalar mevcuttur: “Evrensel gelişim yasaları”. Maddenin enerjiye, enerjinin maddeye dönüşümü, evrenin gelişimi, evrensel gelişme yasalarına göre gerçekleşmektedir. Evrende hareketi sağlayan enerjidir. Atom altı parçacıkların özünde mevcut hareket de sürekli etkileşim içinde olduğu enerjiyle sağlanır. Pozitif enerji, sürekli olarak uzay/zaman alanı yaratarak, evrenin genişlemesini sağlar ve hareket, yaratılan uzay/zaman alanının sonucudur. Madde ise hareketi engeller, kütle çekimi gücü aracılığıyla uzay/zaman alanını yok eder. Böyle olduğu için, negatif enerji kaynağıdır: Hareketi engelleyebilen, yani ters yönlü bir enerji kaynağı. İnsan da, evrenin küçük bir modeli gibi, madde ve enerjiden oluşmuştur: Yaşamsal enerji, maddi bedenin beyin vasıtasıyla verdiği komutları yerine getirerek hayatın devamını ve hareketi temin eder. Aynı zamanda, beyin hücreleri arasındaki bilgi alışverişini, bilginin beyin hücrelerine depolanmasını sağlayan da yaşamsal enerjidir. Evrensel gelişim yasaları bilindiği takdirde, gelişim ve dönüşümün seyrine müdahale etmek, bu yasaları kullanarak, değişim, dönüşüm ve gelişimin yönünü belirlemek mümkündür. Çünkü hareketi ve gelişimi sağlayan enerjidir ve enerjiyi kullanmayı bilen, hareketin ve dolayısıyla gelişimin yönünü de kontrol edebilir. Örneğin sel, aşırı yağış ve kütle çekim gücünün etkisiyle, insan hayatı için felaket olabilir. Ama suyun yatağını değiştirmek, önüne set çekmek gibi önlemlerle zarar verme ihtimali ortadan kaldırılabileceği gibi, uygun mekanizmalarla, hidroelektrik enerji kaynağı olarak da kullanılabilir. Keza, insan sağlığına ciddi zarar verebilecek olan bakteriler, vücuda uygun miktarda enjekte edildiğinde, vücudun antikor üretmesi, mücadeleyi öğrenmesi ve böylece bağışıklık sağlaması temin edilebilir. Bütün gelişim, evrensel gelişim yasalarına göre gerçekleşmektedir. İnsanlık, bilimsel ve teknolojik gelişme ile bu yasaları peyderpey kavramakta, kavradıkça değişim ve gelişimin yönüne müdahale etmekte, bilgi birikimi arttıkça, yasanın yeni görünümleri daha hızlı keşfedilmekte, bu keşiflerse evrenin daha iyi tanınmasını ve gelişimin daha büyük oranda kontrolünü sağlamaktadır. Her gün yenilerini keşfettiğimiz, bilimsel yasaların tümü, evrensel gelişim yasasının ayrı yönlerden görünümü, bütünün farklı bir parçasıdır. O halde evrensel gelişimi kontrol etmek, iki şeye bağlıdır: Evrensel gelişme yasasını keşfetmek ve hareketi sağlayan enerjiyi kullanmayı bilmek. Bu hususlarda ne kadar gelişme sağlanırsa, evrensel gelişim de o ölçüde kontrol altına alınabilir; yönlendirilebilir. Yaşamsal enerji frekansı ne kadar yüksek ise evrensel gelişme yasasının kavranması o ölçüde üst düzeyde olacaktır. Keza, hareketi ve değişimi, gelişimi sağlayan enerjiyi harekete geçirmek ve kontrol etmek de, yaşamsal enerji frekansının yüksekliği ile orantılı olacaktır. O halde, evrensel gelişme yasasını keşfetmek ve gelişime yön vermek isteyen insan, yaşamsal enerji formunun frekansını yükseltmek zorundadır. Yaşamsal enerjinin frekansı, pozitif enerji kaynağına yaklaşmakla yükselir, negatif enerji kaynağına yaklaşmakla düşer. Negatif enerjinin belli başlı kaynağı ise maddenin kendisidir: Kütle çekimi gücü, negatif enerji biçimidir. O halde, yaşamsal enerjinin frekansı, ancak, maddeden, yani bedensel isteklerden uzaklaşmakla yükseltilebilir. Gerçekten de, kaba bir tanımlamayla madde, enerjinin çok düşük frekanslı bir görünüm biçimidir ve maddenin enerjiye dönüşümü, son tahlilde, frekansın yükselmesiyle gerçekleşir. Bu sebeple, düşük frekanslı bedensel istekler, yaşamsal enerjinin frekansını olumsuz yönde etkileyecektir. Genetik yolla aktarılan bilgi ilkeldir: Bedensel dürtüler, gelecek nesillere, genetik kodlarla aktarılır: Organizma, kendisini yenilerken, genlere yüklü bilginin tümünü, yenilenen hücreye aktarır. Bu sebeple, genetik yolla edinilen bilgi ve buna dayalı dürtüler, çok güçlüdür. Doğal olarak bu dürtüler, ciddi bir negatif enerji kaynağıdır ve yaşamsal enerjinin frekansını düşürür. Yaşamsal enerji, beyin hücrelerinde depolanmış bilgi grupları arasında bağlantı kurarken, genetik yolla depolanmış bilgiyi de kullanır. Böylece dürtülerin bedeni harekete geçirmesi, yine yaşamsal enerji aracılığıyladır. İnsan, yaşamsal enerjinin hareketini kontrol edemediği takdirde, çok güçlü olan dürtüler, bedensel faaliyete hâkim olur. İlkel organizma, “doğal ayıklanma yasası”na göre hayatta kaldığından, asırlarca deneyerek edindiği ve kendisini yenilerken aktardığı iki temel bilgi mevcuttur: Varlığının devamı, diğer organizmaların, yani proteinin parçalanarak kullanılmasına bağlıdır. Bu sebeple, hayatta kalmak için, diğer canlıları yok etmek zorundadır. Bu deneyim, genetik yolla, “şiddet bilgisi ve hissi” olarak aktarılacaktır. İkincisi ise aynı sebepten kaynaklanan, “zayıfın güçlü tarafından yok edileceği” bilgisidir. İnsan da dâhil her canlı, bu iki temel bilgiye, genetik bilgi aktarımı sebebiyle doğuştan sahiptir. Bu yüzden, varlığın devamı için, diğer canlıları yok etme ve güçlü olma isteği, dürtü halindedir. Bu çok güçlü istek, kontrol edilemediği takdirde, düşünceleri, yani, hayat enerjisinin yönünü etkisi altına alır. Böyle olunca da, beynin verdiği komutları yerine getiren beden, bu güçlü isteğin etkisi ve baskısı altında, sürekli bir gerilim içinde kalır. Genetik yolla aktarılan bu bilgi, beyin hücrelerine sonradan depolanan bilgiyle de kaynaşarak, çok güçlü üç ayrı düşünce kalıbı olarak ortaya çıkar: Kin, nefret, haset. Aslında bu düşünce kalıpları, aynı bütünün farklı görünüş biçimleridir. Üçünün temelinde de, genetik yoldan aktarılan, “yok etmezsen yok olursun” bilgisi mevcuttur. Bu temel bilgi sebebiyle insan, kendisine zarar vereceğini düşündüğü herkesten nefret eder, zarar verene kin duyar. Kendisinden üstün olduğunu düşündüğü kişiye karşı hasetle bakar: Bu, kontrol edilemeyen kıskançlık demektir. Her üç düşünce kalıbı da, kişinin kendisine duyduğu aşırı sevgiyle tanımlanabilir. Tekrar edelim ki, kendine duyulan bu aşırı sevginin temelinde, genetik yoldan aktarılan, “yok etmezsen yok olursun” bilgisi ve bunun yarattığı dürtü mevcuttur. İnsan, kendisine duyduğu sevgiyi kontrol edemez ise, ona yöneldiğini düşündüğü en küçük tehlike ya da zarar ihtimalinde dahi, derhal çok ciddi tepkiler verir. Kendisine o kadar düşkündür ki, zarar verebilecek herhangi bir şahıs, onun için en amansız düşmandır. Yok etmezse yok olacağı bilgisi yüzünden, bu tehlikeyi derhal bertaraf etmeye yönelir. Bu sebeple tehlike kaynağı, yok edilmesi gereken bir düşmandır. Düşüncelerini kontrol edemeyen insan, tüm yaşamını, bu tehlike ve zarar kaynaklarına odaklanarak, onlarla mücadeleye yoğunlaşarak, zarar vermek isteyeni zarara uğratmayı isteyerek geçirir. Bu sebeple, zarar vermek isteyenden nefret eder, ona zarar verene kadar tatmin olmaz, kin duyar, sürekli olarak düşman addettiği insanın kötülüğünü ve zarara uğramasını ister ve bunun için çaba gösterir. O halde bu düşünce kalıpları, yaşam enerjisini sıkıştıran, frekansını düşüren, gerçekte kendisine zarar veren unsurlardır. Bu sebeple de, her insanda az ya da çok etki gösterebilen bu dürtülerin kontrol altına alınması zorunludur. Kin, nefret ve haset, o kadar etkili ve güçlü düşünce kalıplarıdır ki, bunların etkisinden kurtulmak, hayatı normale döndürmek çok zordur. Üstelik bu kalıpların etkisine giren insanın bedeni, büyük bir gerginlik içine düşer, yıpranır, tinsel bir ağırlık altında kalır. Bunun deneyimini, her insan kendi üzerinde gerçekleştirebilir: Bir an için, nefretle andığımız bir şahsı düşünelim ve vücudumuzun verdiği tepkilere bakalım. Bu öyle güçlü bir düşüncedir ki, hemen vücudu etkisi altına alır: Sinirler gerilir, adaleler kasılır, yüreğin sıkıştığı hemen hissedilir, kan basıncı ve nabız artar. Başlangıçta bu etkiler hafiftir ama düşüncenin üzerinde ısrar edersek neyle karşılaşırız? Karşılaşacağımız şey, bir kısır döngüdür: Düşünce zincirini kıramazsak, gittikçe daha yoğun şekilde, olumsuz düşünceler içinde döner dururuz: Düşündüğümüz şahsın bize yaptığı kötülüğü, diğer olumsuz davranışlarıyla birlikte düşünmeye başlarız, bununla da yetinmez, zarar verme isteğimizi gözden geçiririz; ona zarar verdiğimizi düşleyerek rahatlamaya çalışırız. Kısır döngü şuradadır ki, nefret kalıbında düşünmeye başladıktan sonra ardı ardına gelen düşünceler zinciri, gittikçe daha güçlenir ve bir yandan bu zinciri kırmak, diğer yandan vücudu etkisinden kurtarmak daha da güçleşir. Düşünce zinciri ile kastedilen ise yaşamsal enerji formunun, düşündüğümüz kalıba yakın bilginin depolandığı beyin hücre grupları arasındaki hareketidir: Yaşamsal enerji, biz onu yönlendirmediğimiz takdirde, birbirine yakın düşünce kalıplarını taşıyan beyin hücreleri arasında döner durur. Böylece bir zincir oluşturur. Bu zincirin herhangi bir yerindeki bir düşünce çağrıldığında, yani yaşamsal enerji, belirli hücre gruplarına yönlendirildiğinde, kendiliğinden devam edecek olan hareket, bağlantılı hücre grupları arasında olacaktır. Üstelik bu düşüncelerin vücut üzerindeki etkisi şiddetli olduğundan, yaşamsal enerji iyice kontrolden çıkacak ve doğal seyrine devam ettikçe, düşünceler zincirinin yoğunlaşmasına sebebiyet verecektir. Bu da vücudun daha da gerilmesi ve yıpranması anlamı taşımaktadır. Belirtilen bu düşünce kalıpları, kaynağını genetik yolla aktarılan bilgiden, yani bizatihi maddenin özünden aldığından, ciddi bir negatif enerji kaynağı işlevi görmektedir. Böyle olduğu için, bu kalıpların etkisinde hareket eden yaşamsal enerjinin frekansı düşecektir. Bu da, evrensel gelişimi kontrol etme imkânını azaltacak, rüzgârın önünde çaresiz savrulan bir yaprak gibi, kişiyi kaderine mahkûm edecektir. Burada kaderle kastedilen, evrensel gelişim yasasıdır. Biz yasayı kullanamazsak, yasa bizi biçimlendirir. Bilinçli olarak kullanamadığımız yasa, dönüşümü, kontrolümüz dışında sağlar ve yasa bize tabi olacağına, biz yasaya tabi oluruz. Oysa, hareketi sağlayan enerjiyi kullanabildiğimiz takdirde, gelişimi kontrol edebiliriz. Bunun için gereken, yaşamsal enerjimizin frekansını yükseltebilmektir. Enerjinin maddeye, maddenin enerjiye hangi koşullarda ve nasıl dönüşeceğinin bilirsek, bu şartları oluşturduğumuzda, istediğimiz değişimi gerçekleştirebiliriz. Bu şartları oluşturmak, gereken enerjiyi bulup harekete geçirmek demektir. Yaşamsal enerjimizin frekansı ne kadar yüksek ise gereken enerjiyi tespit etmek ve harekete geçirmek de o kadar kolay olacaktır. Günlük yaşamdan, basit bir örnek verelim: Çok ağır bir bavul ya da sandığı taşımak zorundayız ama tek başımıza bunu yapamıyoruz; yardıma ihtiyacımız var. Yani isteğimizi yerine getirmek için yeni bir enerji kaynağı bulmak ve bunu kullanmak zorundayız. Bu enerji kaynağı da bir başkasının iş gücüdür. Yardım talebimizi, bir karşılık önererek ya da karşılıksız olmak üzere, herhangi birine iletebiliriz. Bunu sözle yapabileceğimiz gibi, sadece bakışlarımızla da aktarabiliriz. Bu talebimizle karşılaşan kişi, önce değerlendirir ve kabul ederse, iş gücünü emrimize sunar. Kabul etmesi için, psikolojik durumunu yöneten yasayı bilmek ve harekete geçirmek zorundayız. Bazısı için uygun bir bedel önermek, bazısı için, acıma duygularını harekete geçirmek sonuç verebilir. Bu yollardan hangisinin sonuç vereceğini belirleyecek olan, o şahsın kişiliği üzerinde etkili olan geçmiş altyapısı, o andaki iş yoğunluğu, psikolojik durumu vs.dir. Bu verilerle ilgili kesin bilgilere sahip isek, en uygun yöntemi belirleyip, bu isteğimizden sonuç alabiliriz. Yani, yardım istediğimiz şahsın davranışlarını yöneten yasayı ve bunun uygulanma şartlarını tespit edebilirsek, isteğimizi olumlu sonuca bağlayabiliriz. Şimdi bu örneği, yaşam enerjimizin frekansı ile bağlantılandıralım. Yardım istediğimiz şahsın, beyin enerjisinin (buna yaşamsal enerji formu demeyi tercih ediyorum) frekansına ulaşabildiğimiz takdirde, yani kendi beyin (yaşam) enerjimizin frekansını değiştirmeyi başarabiliyorsak, onu motive edecek sebebin ne olduğunu çok kolayca öğrenebiliriz. Bu sebebi bilince, isteğimizi sonuca ulaştırmak çok kolay olacaktır. Daha da ileri gidip, bu kişinin tercihini etkilemeyi bile başarabiliriz. Burada, ikizler deneyini hatırlamak yararlı olacaktır. Dağılmadan önceki S.S.C.B’de tek yumurta ikizleri üzerinde yapılan bir deneyde, birbirlerinden yüzlerce km uzakta olan ikizler, telepati yoluyla iletişim kurabilmiştir. Bunu sağlayan, beyin enerjilerinin frekansının çakışmasıdır. Bütün bunlar, yaşamsal enerjimizin frekansını yükseltmekle ulaşabileceğimiz sonuçlardır. Bu basit örnekten tutun da hayatın her alanında, olayları ve gelişimi yöneten yasaları bilmek ve buna uygun şartları tespit etmek, bize, gelişimi yönetme imkânını sunacaktır. Elbette ihtiyaç duyduğumuz enerji miktarı arttıkça, bunu temin etmek ve harekete geçirmek daha güçleşecektir. Bunu sağlayan da yine yaşam enerjisi frekansının yükselmesi olacaktır. Gerçek sevgi, hayatın kendisidir: Sevgi en önemli pozitif enerji kaynaklarından birisidir. Kin, nefret ve hasede ilişkin önceki örnekler gibi, bu da bir düşünce kalıbıdır: Sevgi, “kendine benzeyeni benimsemek” olarak tanımlansa da, bu yanıltıcıdır. Kendine benzeyeni benimsemek, kendiyle özdeşleştirmek, böyle olduğu için ilgi ve sıcaklık duymak, sevginin sahtesidir: Bu düşünce kalıbı, tıpkı kin, nefret ve haset de olduğu gibi, genetik yolla aktarılan bilgiden kaynaklanan dürtünün bir türevidir. Burada ilgi duyulan ve benimsenen diğeri değil, kendisidir. Diğerinin benimsenmesinin sebebi, kendisine benzemesidir. Kısaca bu tanımlamada sevilen diğeri değil, sevenin kendisi olduğu için, bu düşünce kalıbı, pozitif değil, negatif enerji kaynağıdır. Tasavvufta ve Uzakdoğu dinlerinde buna, “sahiplenmeli sevgi” denmektedir. Kökeni genetik kodla aktarılan ve maddeye bağlı olan bilgi olduğu için, bu düşünce kalıbı, negatif enerji kaynağıdır ve yaşamsal enerjinin frekansını düşürür. Gerçek sevgi, diğerlerini sahiplenmeden, olduğu gibi benimsemek ve bu haliyle ilgi ve sıcaklık duymaktır. İyi ve kötü bulunan yanlarıyla birlikte benimsemek, her durumda onun iyiliğini istemek, onun iyiliği için çabalamak, kötü yanlarını düzeltmeye çalışmak, her koşulda yardım etmeyi istemek, gerçek sevginin göstergeleridir. Bu düşünce kalıbı, genetik kodla aktarılan ve madde kökenli bilgiye dayanmamaktadır. Bu, bencillikten arınmış, şefkat ve merhameti de içinde barındıran, insana yaraşır, güzellikler kaynağı olan düşünce kalıbıdır. İşte bu kalıp, tam anlamıyla pozitif enerji kaynağıdır. Her şeyden önce gerçek sevgi, evrene bütünsel bakabilmekten kaynaklanır. Kendisini de, diğerleri gibi, aynı bütünün parçası olarak görebilmek, bu düşünce kalıbının ilk adımıdır. Bu ise genetik yolla aktarılan ve “yok olmamak için yok etmeyi” öğütleyen ilkel bilginin dışında düşünebilmeyi ve bilgilenebilmeyi gerektirmektedir. Bu bilgi, zekâ yoluyla edinilmektedir. Gerçek sevgiye sahip insanda, diğerlerine izafe edeceği mutlak iyi ve mutlak kötü değerleri yoktur. Daha doğrusu bu kavramlar, mutlaklık niteliğini, sadece kozmik düzeyde taşır. Bütünün parçalarında, gerçekte göreli olan, iyilik ve kötülük gibi değerler, bulaşık halde bulunmaktadır. Bu sebeple, her insanda iyi yanlar da vardır kötü yanlar da. Önemli olan, onun iyi yanlarını görebilmek, bundan yola çıkarak benimseyebilmek, onun da kendisi gibi bütünün bulaşıklar taşıyan bir parçası olduğunun bilincine varabilmektir. Elbette, herkesin iyi yanlarının yanında kötü özellikleri de vardır. Elbette bunların düzeltilmesi için çabalamak gerekir. Tıpkı, sahiplenerek sevilen evlat, ana, baba, kardeşler gibi, diğerlerinin de kötü yanlarının düzeltilmesi için çaba göstermek, gerçek sevginin sonucudur. Bu düşünce kalıbı pozitif enerji kaynağıdır demiştik. Gerçekten de bu düşünce, maddeye bağlılıktan, varlığını sürdürme güdüsünden kaynaklanmamaktadır. Bu düşünce, kaynağını, zekâ yoluyla evrene bütünsel bakabilmekten, evrensel gelişme yasasını doğru olarak kavrayabilmekten almaktadır; zekânın bedene hâkim olmasının sonucudur. Böyle olduğu için yaşamsal enerjimizi, negatif enerji kaynağı olan maddeye değil, pozitif enerjiye yakınlaştırmakta, bunun sonucunda da, frekansın yükselmesine sebebiyet vermektedir. Bu düşünce kalıbının vücut üzerindeki etkileri de çok olumludur. Sevilen kişi düşünülürken, yüreğin nasıl ferahladığını, üzerimizdeki yükün nasıl hafiflediğini, vücudumuzun nasıl enerjiyle dolduğunu hatırlamak yeterlidir. Gerçek sevgi coşkuludur: Azmi, çalışma hırsını, şevki artırır. Çünkü pozitif enerji kaynağıdır. Bunun için hayat, anlamını gerçek sevgide bulur. Gerçek sevgi hayatı güzel kılar. Hayat dediğimiz, son tahlilde bir pozitif enerji türüdür. Frekansı yükseldikçe yetkinleşir, evrensel gelişme yasasının daha iyi kavranmasını sağlar. Dolayısıyla nitelikli hayat, frekansı yüksek olandır. Frekansı yükselten en önemli kaynaklardan birisi ise pozitif düşünce kalıbı olan sevgidir. Bencilliğin felsefesini yapanlar, şu görüşleri ileri sürer: “Yanlış felsefeler, insanın kendisi için var olma hakkının olmadığını, diğer insanlara hizmet etmenin kendi varlığının tek gerekçesi olduğunu ve kendini feda etmenin insanın en yüksek ahlaki görev, erdem ve değer olduğunu iddia eder. Bu iddianın, nezaket, iyi niyet ve başkalarının haklarına saygı duyma ile ilgisi yoktur. Akıl dışı ahlakın temel mantığı: Kendini kurban etme, kendini reddetme, kendini yalanlama, kendini mahvetme anlamına gelen ‘ben’i kötülük standardı, ‘ben’ dışındakileri ise iyilik standardı olarak görme anlamına gelen ‘kendini feda etmedir’.” “İşte bu felsefi anlayış aşağıdaki niçinlere dünyevi mantıklı cevaplar bulamaz:/ İnsanlar niçin başkaları için yaşasın?/ İnsan niçin kurbanlık bir hayvan olsun?/ Bu, niçin iyi bir şey olsun?” Oysa gerçek sevgide, kendisini başkası için feda etmek söz konusu değildir: İnsan kendisi de, diğerleri gibi bütünün parçasıdır. Ne kendisini diğerleri için feda edecektir ne de diğerlerini kendisi için araç olarak görüp kullanacaktır. Kime zarar verirse versin, bundan bütünün kendisi zarar göreceğinden, zarar vermekten kaçınacaktır. Kendini feda etmek, kendine zarar vermek demektir ki, gerçek sevgide buna da yer yoktur. Tekrar edelim ki, kişinin kendisi de bütünün parçasıdır ve başkasının zarar görmesinde olduğu kadar, kendisinin uğradığı zarar da bütüne zarar verecektir. Sadece bu sebeple olsa bile, kendini feda etmekten kaçınacaktır. Gerçek sevgi, kendini feda, kurban, ret etme değil, her şey gibi, kendini de bütünselliğin parçası olarak görme, bu sebeple de başkalarıyla kendine eşit şekilde davranmadır. Yalanlanan, reddedilen, kişinin kendisi, bilinci, zekâsı hele varlığı değil, “yok etmezsen yok olursun” ilkel bilgisinden kaynaklanan, kendini dünyanın merkezine koyup, çevresindeki her şey gibi, diğer insanları da sıradan birer araç gibi görmeye yönelen düşünce kalıplarıdır. Bu negatif enerji kaynaklarını reddetmek, kişinin kendisine zarar verecek değildir. Tam tersine, bunlardan kurtulmak, başta vücut olmak üzere, madde ve enerjiden oluşan tüm varlığını zarardan koruyacaktır. Çünkü yukarıda açıklandığı üzere, kin, nefret, öfke ve haset, stres yaratan, baskı oluşturan, vücudu geren, kan basıncını ve nabzı zararlı seviyelere varacak kadar artıran düşünce kalıplarıdır. Nefretle dolu bir insan, hayatının her parçasında bunun etkisi altındadır. Dürtülerden kaynaklanan bu düşünce kalıbı, doğası gereği çok güçlü olduğundan, insanı çok çabuk etkisi altına alabilmektedir. Bunun etkisindeki vücut ise yukarıda belirttiğimiz tepkileri vermekte ve zarar görmektedir. Aynı şey, kin, öfke ve haset için de geçerlidir. Üstelik gerçek sevgiye ulaşan insan, başkası için yaşamakta da değildir. Kolektif mutluluğu isteyenin, kendini başkası için kurban ettiğini ileri sürmek, mantıkla bağdaşmakta mıdır? Herkesin “ben” düşüncesi içinde, şu veya bu şekilde başkaları da vardır. En azından, kişinin kendi çocuğu ve ana-babasına karşı ilgisi, ben kavramını genişletmektedir. Mutlaka aile içindeki çıkar çatışmalarında, bireysel ben ön plana çıkacaktır ama dış dünyayla ilişkilerde, çekirdek aile “ben” kavramının çerçevesini genişletmiştir. Dikkat edilirse, bu genişlemenin iki ayrı kaynağı vardır: Genetik yolla aktarılan bilgiden kaynaklanan, nefsanî, “sahiplenme isteği” bunlardan birisidir. İnsan, biyolojik bağı olan kişileri sahiplenir, kendisine ait olduğunu düşünür ve bu sebeple benimser. Yani dış dünyayla ilişkide, kendisiyle özdeşleştirdiği kişilere, kendisi gibi değer verir. Bu, ben kavramını genişleten nefsanî kaynaktır. Diğer kaynak ise “ortak akıl”dır. Ortak akıl, içinde bulunduğumuz toplumsal gelişmişlik seviyesinde, gelecek nesilleri yetiştirme görevini “aile” adını verdiği, biyolojik bağla birbirine bağlı insanlardan oluşan müesseselere vermiştir. Ben kavramı, bu sebeple de genişlemiş ve hiç değilse biyolojik bağ taşıyan aile üyelerini kapsama noktasında gelişmiştir. Görüldüğü gibi, “ben” kavramını genişleten ikinci kaynak, ortak akıl, toplumsal zekâ üzerinde temellenmiştir. Yani zekâ, maddi dürtüleri yenebilmiş, “ben” kavramını, dar çerçevede de olsa, “biz”e dönüştürmeyi başarabilmiştir. O halde bakış açısı çok önemlidir. Enerji boyutuyla ilgili etkenler, maddî bedenin isteklerine gem vurabilmekte, değerleri, maddenin dışında şekillendirebilmektedir. Yani bakış açısını değiştirebilmek, tüm kavramları yeniden teşekkül ettirebilmektedir. Bu demektir ki, bütünsel bir bakış açısı, “ben” kavramını tamamen kontrole alabilecek, insanı, zekâsı yerine, dürtüleriyle hareket ettiği için, kaderin önünde savrulan bir yaprak olmaktan kurtarabilecektir. Olumlu düşünce, olumlu sonuç için şarttır:Gerçek sevgi, pozitif enerji kaynağıdır. Pozitif yöndeki her düşünce kalıbı, aynı şekilde pozitif enerji kaynağıdır. Her konuda, yapılacak her işte, sonuca ilişkin olumlu düşünce ve kanaat sahibi olmak, o sonucun alınabilmesinin birinci şartıdır. Yaşamsal enerji, doğru yönlendirilebildiği takdirde, evrensel gelişme yasasını kullanarak, gelişim ve değişimi gerçekleştirme gücüne sahiptir. Frekansının yüksekliğiyle orantılı olarak, gelişim ve değişime daha geniş ölçekte müdahale etmesi mümkündür. O halde, yapılacak işin sonucuyla ilgili olumlu düşünce, yaşamsal enerjiye doğru yön verilmesi için zorunlu bir aşamadır. Yine basit bir örnek verelim: Bir iş yapmaya karar vermek, yaşam (beyin) enerjisinin, beyin hücre gruplarından, bu karara esas teşkil edecek bilgileri taşıyanlar arasında bağlantı kurması anlamı taşımaktadır. En basit karardan en karmaşığına kadar tüm süreç, bu şekilde gerçekleşmektedir. Verdiğimiz kararın, yukarıdaki örnekte olduğu gibi, bavul taşımaya ilişkin olduğunu varsayalım. Bu kararın gereği olan enerjiyi, vücut kendisi üretebilir. Bu, vücuda besin olarak alınan maddenin enerjiye dönüştürülmesi yoluyla gerçekleşecektir. Beyin, gereken enerjiyi üretme ve kullanma komutunu, hücrelere, yine yaşam enerjisi yoluyla iletir. Hücreler komutu yerine getirdiğinde, bavulun ağırlığına kütle çekimini yenebilecek miktarda enerjiyi açığa çıkarmış olur. Bu süreçte yaşamsal enerji, evrensel gelişme yasasının, kütle çekimi ile ilgili bölümünü ve bunu yenmek için gerekli enerji miktarını tespit etmiş, bu tespite dayalı olarak verilen komutu hücrelere ileterek, maddeyi enerjiye dönüştürmüş, bu enerjiyi kullanarak işin başarılmasını sağlamıştır. En karmaşık olaylarda da süreç bu örnekteki ile aynıdır. Sadece evrensel gelişme yasasının yapılacak işi yöneten bölümü ile ilgili olarak, işi başarmak için kullanılabilecek enerji miktarı ve temin edilme biçimi değişmektedir. Bizatihi yaşamsal enerji, çok büyük bir kaynaktır. Önemli olan, onu kullanmayı bilmek, doğru yönlendirmektir. Haltercileri düşünelim: Konsantrasyonları düzgün iken rahatça kaldırabildikleri ağırlığı, eksik iken yerinden bile oynatamamaktadır. konsantrasyon, yaşamsal enerjinin doğru yönlendirilmesi için vazgeçilmez bir araçtır, hattâ tam anlamıyla, yaşamsal enerjiye yön verme işidir. Aynı şekilde basketbolcular, konsantrasyonları noksansa, topu çok yakından bile çembere sokamamaktadır. Bütün bunlar, yaşamsal enerjinin doğru yönlendirilememesinden kaynaklanmaktadır. Olumlu düşünce, hem yaşamsal enerjinin frekansını artırır, hem de, onun doğru yönlendirilmesini sağlar. Buna karşılık olumsuz düşünce, örneğin başarıya karşı duyulan inançsızlık, kesin olarak bir şeyi temin eder: Başarısızlık. Çünkü bilinçaltı, bilginin, beyin hücrelerine farkında olmadan yüklenmesi sonucunda çalışan bir mekanizmadır. Başarıya karşı duyulan şüphe, beyin hücrelerine, farkında olmadan, başarısız sonuç ile ilgili bilgi yüklenmesine sebebiyet verecektir. Bu da yaşamsal enerjinin, evrensel gelişme yasalarını, başarısız sonuca ulaşacak şekilde kullanmasına neden olacaktır. Çünkü farkında olmadan yüklenen bilgi ve bununla ilgili komut, olumsuzdur. Zihinsel imgeleme, olumlu sonuçların, gerçekleşmeden önce zihinde canlandırılmasını sağlar. Bu yöntem, beyin hücrelerine bilinçli olarak bilgi yüklemek için çok yararlıdır. Bu sayede, olumlu sonucun iz düşümü önce zihinde yaratılır, yani talebe ve sonucuna ilişkin bilgi, beyin hücrelerine doğru olarak depolanır ve yaşamsal enerji, bu doğrultuda harekete geçerek, gereken enerjiyi temin eder ve işi başarıyla sonuçlandırır. Dua, en yoğun zihinsel imgeleme yöntemlerinden birisidir. Ancak başarının şartı, olumlu sonucun gerçekleşeceğine duyulan tereddütsüz inançtır. Tasavvufta, “fiili dua” olarak isimlendirilen, kesin bir başarı inancı ile işe başlama ve aynı inancı muhafaza ederek çalışma, olumlu düşüncenin olumlu sonuç vermesine örnek teşkil eden olgulardan birisidir. Gerçekten de, sonuca ilişkin tereddüt duymadan işe koyulan kişi, her zaman işinde başarıya ulaşır. Hayatın her parçasında, ileri sürülen bu görüşlerin bir çok örneği ile karşılaşmak mümkündür. Sadece atasözleri ve deyimleri gözden geçirmek bile, asırların deneyiminin, olumlu düşünceyi, olumlu sonuç için şart koştuğunu göstermeye yeter. “Başlamak başarmanın yarısıdır.” Burada önemli olan, başarı inancına yapılan vurgudur. Başlamak, önce karar vermeyi gerektirir. Karar olumlu ise bakış açısı da olumludur. O halde, bu kararla başlan iş, başarıyla sonuçlanacaktır. “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez.” Burada da vurgu başarı inancınadır. Çünkü herhangi bir işinde sıkışan kişi, başarıya öyle bir ihtiyaç duymaktadır ki, bu onu, yoğun bir isteğe taşır: Öyle yürekten dua eder ki, oluşturduğu zihinsel imgeleme en üst seviyededir. Kaybedecek bir şeyi de kalmadığından, sonuçla ilgili tereddütleri ortadan kalkmıştır. İstek o kadar yoğundur ki, sonucun gerçekleşmesinden başka seçenek tanımamaktadır. İşte objektif şartların zorla da olsa yarattığı olumlu düşünce, olumlu ve başarılı sonucu davet eder: Hızır yetişir. “Sabreden derviş, muradına ermiş.” Sadece başarıya inancı olan kişi olumsuzluklardan yılmaz. Sabra sevk eden sebep, başarıya olan inançtır. Bu da insanı olumlu sonuca taşır: Muradına erer. Hepimiz, olumlu ya da olumsuz düşüncelerden kaynaklanan döngüsel hayat alanlarına tanık olmuşuzdur. Örneğin, herhangi bir konudaki başarısız sonuç, başarıya olan inancımızı zayıflatır. Bu, sonraki deneylerde, zayıf isteklere ve dolayısıyla, daha başarısız sonuçlara yol açar. Bu döngü kırılamadığı takdirde, her başarısız sonuç, inanç ve istekte yeni zafiyetlere, bu zafiyetler de daha başarısız sonuçlara yol açar. Sonuçta, “bu konuda şansım tutmuyor” diyerek işin içinden çıkmaya çalışırız. Ya da o konuda yeteneğimiz olmadığına inanırız ve bu inanç, o konudaki başarı ihtimalimizi tamamen ortadan kaldırır. Tam tersi örnek ise olumlu sonuçların kendine güven duygusunu pekiştirmesi ve böylece, sonuca ve başarıya inanç doğrultusunda önemli katkılar sağlamasıdır. Bu güven duygusu, yeni deneylerde başarıya inanca, bu inançsa o deneylerin başarıyla sonuçlanmasına yol açar. Bu kez de olumlu bir döngü aşlar. Başarı arttıkça, güven ve inanç yoğunlaşır, bu, yeni ve çok daha kolay başarıları davet eder. Bu durumda o kişi için “Allah yürü yâ kulum dedi” deriz. Sonuç olarak, kaliteli ve yüksek nitelikli bir hayat, olumsuz düşüncelerden ve dürtülerden kurtulmaya, olumlu düşünmeye bağlıdır. Her pozitif enerji kaynağı, yaşamsal enerjimizin frekansını yükseltir ve bu yükseldikçe, evrensel gelişme yasası, daha geniş boyutta kavranabilir, yasayı kullanmak için gereken şartlar ve enerji, daha kolay temin edilebilir. Bu sonuca ulaşmak, düşüncelerimiz kontrol edebilmekten geçer. Düşünceyi kontrol etmek, yaşamsal enerjinin hareketini kontrol etmek demektir. Sonuç bize bağlıdır: Ya düşüncelerimizi kontrol edecek ve hayatımızı yöneteceğiz ya da düşüncelerimiz bizi yönetecek ve kaderin oyuncağı olacağız. Tercih bize aittir. ( ALINTIDIR )

Cins Ayrımcılığının Diyalektiği

Antik Çin kültüründeki “Ying Yang” felsefesine göre kadın ve erkek bir bütünün tamamlayıcı iki parçasıdır; bir yuvarlağın birbiri içine geçmiş iki yarısı şeklinde. Renkler ise ak ve kara. Her ne kadar ak ve kara bir karşıtlık oluşturuyor gibi görünse de bu iki parça geometrik şekil itibariyle birbirini tamamlar. Öyle ki; biri olmadan öteki bir anlam ifade etmeyecektir. Bizim deyişimizle erkek ve kadın “bir elmanın öteki yarısı”dır. Bu öteki yarı ilkel komünal toplumda herhangi bir ikilik ya da karşıtlık oluşturmaz. Çünkü gerçekten her iki yarının yüzleri birbirine dönüktür. Karşılıklı bağımlılıkları ise birbirlerini tamamlama şeklindedir. Ancak mülkiyetin olmadığı toplumdan uzaklaşılıp özel mülkiyetin yeşermeye başladığı durumda kadın özgürlük alanını yitirmeye başlar. Bir başka deyişle erkek egemen toplumun oluşmasıyla erkek kadına sırtını dönüp karşı cinsi “öteki” olarak tanımlamaya başladı. Böylece her iki cinse farklı (kadınsı ve erkeksi) roller yüklenip toplum içindeki konumları farklılaştırıldı. Bu durum yalnızca cinsel iş bölümüyle sınırlı olmayıp kadının kamusal alandan soyutlanmasına kadar uzanır. Bu makalede erkek egemen toplumun kültüre yansıması ve onun yarattığı karşıtlık ele alınacak. Çözüme nasıl ulaşılacağı ise bir başka yazı konusu olacaktır.Kadın, tarihin her döneminde fizyolojik ve psikolojik olarak erkekten farklıydı. Doğum, ilkel komünal toplumda da denetlenemiyordu. Buna rağmen cinsler arasındaki ilişkide herhangi bir egemenlik söz konusu değildi.Tarihsel koşullar göz önüne alındığında cinsel tahakkümün yalnızca biyolojik farklılıklardan kaynaklandığı ve kendiliğinden ortaya çıktığı söylenemez. Kadın, tarihin her döneminde fizyolojik ve psikolojik olarak erkekten farklıydı. Doğum, ilkel komünal toplumda da denetlenemiyordu. Buna rağmen cinsler arasındaki ilişkide herhangi bir egemenlik söz konusu değildi. Tarihsel olarak (yalnızca yazılı tarih değil antropolojik veriler de dikkate alındığında) kadının erkek tarafından mülk olarak görülmesi özel mülkiyetin belirmesinden önce ortaya çıkar. Bu eşitsizliğin kurumlaşması tarihin en eski egemenlik ilişkisidir. Dolayısıyla erkeğin kadın üzerindeki egemenliği tarihin en eski hiyerarşisini (sıradüzenini) oluşturur. Zaman içinde kadın; erkek egemen toplumun değerleriyle erkek kardeşe, babaya, kocaya, klana, ya da kurumlara bağımlı duruma getirildi. Artık kadının kendi yaşamını kendisinin şekillendirmesi olanaksızdı.Özel mülkiyetin egemen olması noktasında cinsler arası yaratılan bu dengesizlik günümüzün kapitalist toplumuna kan pompalamaya devam ediyor. Çünkü kadının tutsak edilmesi tüketim toplumu kültürünü oluşturmada oldukça önemlidir. Kapitalistlere göre kadın ve erkeğin ayrı fiziksel ve duygusal dünyaları olması farklı gereksinimleri beraberinde getirir. Bin bir çeşit tüketim kalıbı her iki cinse de ayrı kategoriler halinde sunulur. Ancak burada kadının erkeğe göre katmerli bir şekilde tüketim bombardımanına tabi tutulduğunu vurgulamak gerekir. Çünkü; kadın gerek erkeğe kendini beğendirmek, gerekse politik arenada boşaltılan dünyasını doldurmak için tüketimin hem öznesi hem de nesnesi durumuna getirilmiştir. Örneğin, bu durum reklam, pazarlama ve promosyon alanlarında olanca hızıyla sürdürülmektedir. İnternet yoluyla bilginin hızla yayıldığı ortamda kadının tüketim nesnesi olarak pazarlanması seks endüstrisinden modaya, estetik kaygılardan spora kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor.Kültürün Oluşumunda Cins Ayırımcılığı ve DikotomiYukarıda bahsedildiği gibi erkek egemen topluma geçişte erkek, “öteki”yle kendisi arasındaki sınırları kesin çizgilerle ayırınca erkek ve kadın arasında bir dikotomi yaratıldı. Bir başka deyişle birbirini dışlayan keskin bir ikilik ortaya çıkarıldı. Bu ikilikte bir cinsin diğerine karşı üstün kılınmasının altında yatan gerçek nedenleri aşağıda irdelemeye çalışalım.Öncelikle erkek egemen kültürün ana maddesini cins ayırımcılığının oluşturduğunu ifade etmekte yarar var. Bu kültür evrensel olmadığı gibi taraf tutmakta ve yaşantıların yalnızca bir kısmını yansıtmaktadır. Kültür, erkek egemen toplum tarafından belirlendiği gibi erkekler için ve onların çıkarları doğrultusunda şekillendirilmiştir. Ataerkil toplumda erkek öncelikli olduğu gibi asıl erkeğin gereksinimleri ve arzuları kabul görür. Kadına ve erkeğe yapay gereksinimler dayatılmakla birlikte, özellikle kadının duygusal özgürlüğüne yönelik arzu ve gereksinimler toplum tarafından baskı altına tutulur. Hatta çoğunlukla onların ne olduğu ve nasıl karşılanacağı tanımlama kılavuzunda karşılık görmez bile.Erkek egemen değerler kadını kamusal ya da politik alandan uzak tutup özel alana hapsettiği gibi ona edilgen, uysal, tâbi olma ve hassas davranmayı uygun görüyor. Erkeğe ise; fırtınalarla dolu dış dünyada duygularını gizleme, akılcı, yaratıcı düşünen, yarışmacı, kavgacı ve koparıcı olmayı öngörüyor.Farklılaştırma ya da İkilik yaratma; yalnızca erkek bebeklerin mavi, kız çocukların pembe kundaklar içine sokulmasıyla kalmıyor. Kadına ve erkeğe biçilen cinsiyetçi roller sürekli kılındıkça kadının baskı altında tutulması kolaylaşıyor. Erkek egemen değerler kadını kamusal ya da politik alandan uzak tutup özel alana hapsettiği gibi ona edilgen, uysal, tâbi olma ve hassas davranmayı uygun görüyor. Erkeğe ise; fırtınalarla dolu dış dünyada duygularını gizleme, akılcı, yaratıcı düşünen, yarışmacı, kavgacı ve koparıcı olmayı öngörüyor. Örneğin, dilimizdeki bazı nitelemelere bakarsak; erkek çocuk ağlarsa “kız gibi” denilir. Annesine sığınırsa “ana kuzusu” olur. Kız çocuk özgür davranırsa “erkek Fatma” olur vb...Erkek ve kadına yüklenen toplumsal cinsiyet özelliklerinin bir diğer boyutunu da göz önünde bulundurmamız gerekir: Erkek sadece biyolojik olarak erkek olduğu için değil, aynı zamanda toplumun “erkeksi” karakterlerini taşıdığı sürece değer görür. Toplumun biçtiği “erkek davranış” kalıbına sürekli uymak zorundadır. Aksi takdirde toplum dışına itilir, tepki duyulur ve hatta cezalandırılır. Örneğin, bu durum çarpıcı olarak cinsel tercihlerde görünür; “gay”lar ya da travestilerin toplumun dışına itilmelerinde olduğu gibi... Dolayısıyla birçok heteroseksüel erkek, benliğinde homofobik bir yan barındırır. Erkek ya da kadın olalım bazılarımızda bu yan, sosyal ve kültürel eğitim ile kabul edilebilir bir sınıra çekilebilirken, toplumun çoğunluğu tepkisini (bazen şiddete başvurarak) yıkıcı bir şekilde ortaya koyabilir.Öte yandan kadına biçilen toplumsal görevler ve karakterlerde de benzeri bir eğilim görürüz. Örneğin bir kadın, “kadınsı” karakterin dışına çıkmaya görsün, hemen o toplumun tabulara dayalı kılıcı tepesinde sallanır. Eğer kadın, doğal birliktelik olarak heteroseksüel birlikteliği reddedip, lezbiyen yaşam tarzını benimsemişse toplum dışına itilip yalnızlaştırılır. Belki bu tepki, “erkekliği”reddetmeye kıyasla daha az kıyıcı olabilir. Ancak sonuçta toplum dışına itilmek başlı başına çok büyük bir cezadır.Görüldüğü gibi cinsiyetçi değerler aynı zamanda cinsiyetçi sisteme kan pompalamakla kalmayıp aynı zamanda onun geleceğini de belirliyor.İşbölümü ve Kadınlara Verilen DeğerKadının toplayıcı, erkeğin ise avcı olduğu derleyici avcı toplumlara bakalım. Avcılığın yapıldığı bilinen derleyici toplumlarda erkekler ağırlıkla avcılık, kadınlar ise çoğunlukla derleyicilik yaparlardı. İşbölümünde alet yapımı da cinse özgüydü. Örneğin, halen geleneklerini sürdüren (ve kadının kısmen özgür olduğu) Avustralya aborijinlerinde dahi böylesi bir cinsel işbölümü vardır. Kadınlar doğadan deniz ürünleri ve ormandan değişik bitkiler toplarlar. Erkek ise kanguru ve timsah avına gider. Alet yapımındaki iş bölümünde ise kadınlar topladıklarını biriktirmek ve taşımak için çeşitli bitki dallarından sepetler örerken, erkekler av için daha hızlı bumerang ya da zıpkın peşindedirler.Mustafa Cemal “Eşitlikçi Toplumlar” kitabında bunu kadının çocuklu insan olmasıyla açıklamaktadır. Doğurganlığın kontrol altına alınamadığı (eşit olmayan toplumlarda) kadının sürekli gebe kalıp emzikli olması nedeniyle, bu durum geçerli olsa da günümüzün toplumunda buna herhangi bir anlam yüklemek zordur. Örneğin, Cemal’in söz ettiği gibi Avustralya’nın kuzeyinde Melville adasında yaşayan Tivi kadınları hâlâ hem avcılık hem de derleyicilik yaparlar. Komünal avcılıkta dahi büyük memeli hayvanların avlanması erkek işidir. Günümüzün Avustralya aborijinlerinde yaşlı kadın da (yaşam deneyimi itibariyle) kabilenin bilge kişisi sayılabilmektedir. Fakat (her kabilede farklı olmakla birlikte) çoğu kabilelerdeki ahlak anlayışı yine erkek egemen kültürü yansıtmaktadır. Örneğin; Avustralya’nın orta bölgesindeki kabilelerde kadın, kabile tarafından benimsenmeyen herhangi bir cinsel ilişkide bulunduğunda, bilge kadın dahil kabilenin büyükleri toplanıp hep birlikte kadının cezalandırılmasına karar verebilirler. Şüphesiz erkeğe de bir ceza verilmesi olasıdır. Ancak erkeğe öngörülen cezanın bir süre sınırı olurken kadına verilen ceza, onun uzun süre kabileden soyutlanmasından (hatta bir ömür boyu kabile içinde sürekli küçük düşürülmesine kadar) uzanır. Kısacası, kadının yitirdiği itibarını geri kazanması neredeyse olanaksız olurken erkek bir süre sonra dönüp dolaşıp topluma karışabilmektedir. Kadın açısından yaratılan bu uçurum beyazların kıtaya egemen olmasından sonra ortaya çıkmış ve keskinleştirilmiş olabilir. Ancak bu durum günümüz aborijin kadınının kabile içinde dahi tam anlamıyla eşit olmadığını göstermektedir. Böylece o yalnızca beyaz adamın ördüğü yasalarla birçok alanda dezavantajlı durumda olmayıp, ayrıca kabile içindeki konumu itibariyle de güvenli bir sığınaktan yoksundur.Hatta geçmişte bu erkek egemen dile (erkeğin erişilmez gücüne karşılık kadının aciz gösterilmesine) bazı feminist gruplar sağlıksız tepki gösterdiler. Erkekler gibi maço bir dil kullanarak kendi güçlerini kanıtlama yanlışlığına düştüler. Oysa erkeksi değerleri benimseyerek eşit bir konuma gelmemiz olası değildir. Üstelik dil bilimcilerin belirttiği gibi dilin cinsiyeti yoktur.Günümüzün kapitalist- endüstriyalist toplumundaki meslek seçiminde kadınlar hizmet işleri ve basit idari işler gibi belli mesleklere yönlendirilirler. Politika erkeklerin işidir. Dolayısıyla politik alanda yer almak erkeksi değerleri gerektirir. Sanatta da durum farklı değildir. Genelde kadın sanatın objesidir. Oysa tarihe adını yazdırabilmiş kadın heykeltraş, kadın mimar yok gibidir. “Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır”. Ya da “tahtın arkasındaki güç kadındır” gibi klişeleşmiş sözlerin altında da büyük bir gerçeklik yatar. Öte yandan erkeklerin yarattığı bu kültür, kadınların sevgisi temelinde ve kadınlar pahasına yükselmiştir.Herhangi bir tehlike anında kadınların (tıpkı çocuklar ve yaşlılar gibi) “savunmasız” olduğu ima edilerek “ilk etapta kurtarılacak potansiyel mağdurlar” listesinde olduğu kabul edilip “centilmenlik” yapılmaktadır. Daha doğrusu kadınların güçsüz ve muhtaç olarak nitelendirilmeleri erkek egemen toplumun işine gelir. Çünkü bu yolla erkek egemen toplum tahakküm zeminini hep canlı tutar. Benzer bir konuda kültürün bir parçası olarak dilimizde yer alan bazı sözcüklere bakalım; kadınlar “kancık”, “kaşık düşmanı” ve en önemlisi de “eksik etek”tirler. Oysa erkekler için “boğa”, “aygır”, “kurt”, “arslan” deyimleri onların cinsel güçlerini ve becerilerini vurgulamak için kullanılır. Dilimize işleyen bu nitelemeler apaçık ki erkek egemen kültürün parçasıdır. Hatta geçmişte bu erkek egemen dile (erkeğin erişilmez gücüne karşılık kadının aciz gösterilmesine) bazı feminist gruplar sağlıksız tepki gösterdiler. Erkekler gibi maço bir dil kullanarak kendi güçlerini kanıtlama yanlışlığına düştüler. Oysa erkeksi değerleri benimseyerek eşit bir konuma gelmemiz olası değildir. Üstelik dil bilimcilerin belirttiği gibi dilin cinsiyeti yoktur.Tarihsel Dönemde KadınlarHegel’in felsefi görüşleri eşitlikçi toplum fikirleri yaratmada geleceğin toplumu için ufuk açan yapı taşlarındandır. Ancak, Hegel kadının kapasitesi ve potansiyelini sorgularken “öteki” cinsi hak ettiği yere oturtmamıştır. Bir başka deyişle kadında var olan potansiyeli yeteri kadar görememiştir. Dolayısıyla bu konuda bir dizi feminist düşünür tarafından eleştiriye uğrar. Örneğin, Hegel, “Ruhun Fenomenolojisi (Görüngü Bilimi)” diye anabileceğimiz “The Phenomenology of Spirit” adlı eserinde erkeğin bilim, sanat, felsefe ve politik alanlarda özgür ahlaki bir çevre yaratmak için çabaladığını belirtirken; kadını yalnızca besleyen, terbiye eden ve yetiştiren olarak tanımlamaktadır. Hegel için kadın; yaşadığı ortamda uyum arayan ve adeta küçük bir dünya ile yetinebilen şahıstır. Ona göre erkek evrensel değerlere ulaşma yolunda neler olup bittiğini hep merak eder. Oysa kadın bilinmeyene erişme açısından sanki dağın arkasında neler olduğunu merak etmeyen kişidir. Bununla birlikte Hegel; kadının eğitim konusunda kapasitesinin olduğunu ve güzel fikirlerinin de olabileceğini ifade eder. Ancak bunları hayata geçirirken erkek kadar evrensel düşünemeyeceğini de belirtir.Hegel’e göre kadın; aile içindeki konumu itibariyle itaatkardır ve entrikalar çevirip devlet yönetme yeteneğine ulaşamaz. Bu bağlamda antik Yunandaki (Sophokles’in oyununda yer alan kadın kahraman) Antigone’nin kral Kreon’a karşı tutumu kadının devlet yönetiminde ne kadar becerili olduğunu gösterir. Antigone; Kreon’un resmi emrine karşı gelmiş ve vatan haini ilan edilmiştir. Aynı zamanda erkek kardeşinin ölüsünü de gömülmemiş halde bırakmıştır. Hegel için bu aynı zamanda geleceğin modern kadınının devlet yönetiminde nereye kadar ilerleyebileceğinin de göstergesidir. Oysa feminist yazar Antoniette M. Stafford, Antigone’nin böylesi bir davranışla hem aile içindeki erke hem de devlet yönetimindeki ataerke karşı bir tavır içinde olduğunu vurgular (1).... lirik şiirin ustalarından kadın şair Sappho; o dönemde Lesbos adasını adeta müzik, şiir ve edebiyat alanında sanat merkezi haline getirmiştir. Hatta o dönemde Atina’nın hali vakti yerinde olanlar çocuklarını eğitim için Lesbos’a göndermektedirler. Plato, Sappho’nun sanatına duyduğu hayranlığı gizlemeyerek “Sappho’nun şiirini ve müziğini öğrenmeden ölmek istemediğini” belirtir.Daha öteye M.Ö IV. ve V. yy.’a kadar uzanırsak Plato (her ne kadar Sappho’ya övgüler düzse de) kadınların bilimsel alanda yeterli merakları olmadığını ima ederek, eğitilmeleri gerektiğinden söz eder. Yaşamının bir kısmını (Bergama yöresi) Pergamon’da geçirmiş olan lirik şiirin ustalarından kadın şair Sappho; o dönemde Lesbos adasını adeta müzik, şiir ve edebiyat alanında sanat merkezi haline getirmiştir. Hatta o dönemde Atina’nın hali vakti yerinde olanlar çocuklarını eğitim için Lesbos’a göndermektedirler. Plato, Sappho’nun sanatına duyduğu hayranlığı gizlemeyerek “Sappho’nun şiirini ve müziğini öğrenmeden ölmek istemediğini” belirtir. Platon’un öğrencisi Aristo ise“akılcılık”la bağlantılı olarak etiğe dikkat çekerken, kadının kollanmaya ve kontrol edilmeye gereksinimi olduğunu belirtir. Ona göre kadın, ahlaki olarak tutarlı değildir ve iniş çıkışları vardır(2).Başka örneklerden tarihte birkaç kadının yaşamına daha göz atalım: Örneğin, M.Ö. 370 yılında doğan ve Aleksandra’da yaşayan, astronomi ve matematiğe meraklı Hypadia... Hypadia, babasının yardımıyla bu konularda öğretmen olmayı başarır. Üstelik toplum baskısına rağmen ilgilendiği alanda eğitim ve tartışmalar için herkese evini açar. Babasının astronomi kitaplarına katkılarda bulunur. Ne yazık ki Hypadia’nın çabalarının da uzun soluklu olması istenmez. Kadınlar için açacağı özgürlük penceresini aralayamadan yaşamına son verilir. Rönesans’a kadar, bilimden sanat arenasına kadar pek çok alanda kadınların görünmesi açısından karanlık bir dönem yaşanır. 1670-1720 yılları arasında Maria Wilkelmann babasından eğitim alıp (ve sonra da astronom Kirsh Gottfried’le evlenerek) Berlin Bilimler Akademisi’nde mevki sahibi olur ve ilk astronomik takvimi oluşturur. Wilkelmann’ın buluşlarında kocasının hanesine daha fazla kredi yazılıyor olmasında da şaşırılacak bir durum yoktur. Zaten kocasının ölümünden sonra Wilkelmann, hem mevkisinden olacaktır, hem de kendi yarattığı astronomik takvimin halk tarafından kullanılması yasaklanacaktır (3).Görüldüğü gibi erkek kardeşin, babanın ya da eşin yardımıyla bilimde yol almış bir dizi kadın adı sayılabilir. Erkek egemen toplumda ancak nüfuzlu bir erkek yakını olan ve onların desteğini görmüş olan kadınların adı, bir şekilde duyulmuş olsa da bunlar, kişisel ve geçici kazanımlar olmaktan öteye gidememiştir.... kadının ekonomik özgürlüğünü kazanması işin yalnızca bir parçasıdır. Çünkü kadın özgürlüğü maddeci zihniyetin ötesinde bir çözüm üretmeyi gerektirir.19. yy.’da feminist yazar Wollstonecraft ise kadının gizil kapasitesini değerlendirerek bireysel ve toplumsal anlamda akılcı düşünce ve eylem potansiyelinin olduğunu belirtir. Yine tarihe göz atarsak politikada kadının yer alması için oy hakkı mücadelesi 18. yy’ın sonlarında I. Dalga feministleri tarafından başlatılmıştır. O dönemde kadın, özel yaşamından vazgeçerek toplumsal hayata karışıp, kendisi için eşit yasaların düzenlenmesi ve hak arayışı mücadelesine girmiştir (5) .Bu anlamda Marksist düşüncenin kadın özgürlüğüne katkıları yadsınamaz. Ancak Marksistlerin kadın özgürlüğünü sosyalist devrime bağlamakla kadın hareketine köktenci katkılar yaptığı söylenemez. Çünkü kadın özgürlüğünün nasıl olacağı konusunda açık bir çözüme rastlanmaz. Başka bir deyişle; II. Dalga feminist hareketin yoğunlaştığı gibi, kadının ekonomik özgürlüğünü kazanması işin yalnızca bir parçasıdır. Çünkü kadın özgürlüğü maddeci zihniyetin ötesinde bir çözüm üretmeyi gerektirir. Bu arada maddeci cinsellik görüşüne karşı kapsamlı ve bütünsel bir çözümlemeyi ilk kez Simon de Beauvoir 1950’lerde “Kadın” adlı yapıtıyla ortaya koyar. Fakat Beauvoir’in çözümlemelerinde katı varoluşçu düşünceden etkilendiğini de belirtmek gerekir.Yakın Tarihimize Bir Göz AtarsakFreud’un çalışmalarının I. Dalga kadın hareketinin yükseldiği zamana rastlaması tesadüf değildir. Freud’un, bireyin psikanalitik yorumlarını topluma kazandırmış ilk psikolog olmasına karşın, incelemelerinde genelde erkek çocuğu ve erkeğin gereksinimlerini ön plana aldığı görülür. Dolayısıyla Freud’un erkek ruhunun derinliklerini çözümlemeye yoğunlaştığını söylemek yanlış olmaz. Çünkü Freud, kadının erkek egemen toplumdaki eksikliklerin önemli bir kısmını psikolojik ve fizyolojik olarak tanımlar. Örneğin, kadındaki penis kıskançlığı gibi... Çünkü ona göre otorite ve güç sahibi olmak erkeksi değerleri gerektirir. Bu görüş dilimizden sembolik kültürel değerlere kadar erkek egemen kültürün beslenmesine hizmet etmiştir.Avrupa’nın başka dönemlerine bakarsak, batı toplumunun en baskıcı dönemlerinden birinin “Victoria Dönemi” olduğunu görürüz. O dönemde toplum birçok şeye tepkiliydi. Onun hemen arkasından kadın hareketinin yükselmiş olması bir rastlantı değildir. Cinsellik o dönemin en hareketli konusuydu. Toplumun Freudculuk ile afyonlanması yükselen kadın özgürlüğü hareketinin bastırılmasına neden olmuştur. İngiliz feminist kadın yazar Virginia Woolf’un kitaplarında yer alan başkaldırıcı kadın tiplerinin (Tek Kişilik Oda eserinde olduğu gibi) gerçek hayatın içinden olduğu söylenir. Seçme, seçilme hakkı vb. temel kadın hakları için ayağa kalkılan o dönemin sinema filmlerinde bile cins ayırımcılığının biraz da olsa zayıfladığına tanık oluyoruz.Bu rüzgâr Türkiye’ye de yansımış olsa gerek... Belki toplumsal anlamda ilerici bir ivme denebilecek bir örnek olarak köy enstitülerinde kadınların da (eşit denebilecek koşullarda) eğitim alması gösterilebilir.Tüm bunlar yalnızca Batı’da söz konusu değildi. Örneğin, o dönemde Rusya’da aileyi ortadan kaldırmaya yönelik deneyler söz konusuydu. Bu rüzgâr Türkiye’ye de yansımış olsa gerek... Belki toplumsal anlamda ilerici bir ivme denebilecek bir örnek olarak köy enstitülerinde kadınların da (eşit denebilecek koşullarda) eğitim alması gösterilebilir. 1920’lerde ise Wilhelm Reich’ın “Cinsel Devrim” adlı yapıtında aileyi ve cinselliği otoriter olmayan bir bakış açısıyla ele aldığı bir döneme rastlarız. Adı geçen kitapta Reich, erkek egemen toplumda kadının kendi vücudunu ve kendi gereksinimlerini bile tanımaktan uzak olduğuna parmak basar. 1950’lerde Erich Fromm toplumcu bir bakış açısıyla bireyin psikolojisini ele alır. Örneğin, Fromm (bizim kuşağın ilk gençlik yıllarında çok rağbet ettiği) “Sevme Sanatı” adlı eserinde anne sevgisinin yapısı gereği koşulsuz olduğunu belirtir. Ona göre anne içinden çıkılan yuva, toprak ve sudur. Oysa baba için öyle bir yuva adresi gösterilmez. Baba sevgisi koşulludur. Çünkü baba çocuk için kural koyucu, disiplin sağlayıcıdır. Bunun yanında baba, gezip görüp çocuğa serüvenler yaşatabilen kişidir. Kısacası o, çocuğun dış dünyaya açılan penceresidir. Bu bakış açısı, babanın sorumluluğunu bir nevi azaltmak anlamına gelir. Böylece 20. yy.’ın ilk yıllarında toplumsal ve siyasal alanda, edebiyat ve sanatta cinsellik, evlilik, aile ve kadınların rolü konusunda büyük bir fikir mayalanması oluştuğuna tanık oluyoruz.Cins Ayırımcılığının Olmadığı Bir ToplumKadın ve erkek arasındaki eşitsizliği gidermek belki de geleceğin toplumunu yaratmada aşılması en temel ve en zor sorundur. Bir başka deyişle “eşitsizlerin eşitlenmesi”nin kolay olmayacağı birçok düşünür tarafından da ifade edilmektedir. Hatta bazı sosyalist düşünürlere göre bu durum sosyalist toplumda bile giderilemeyecektir. Bu görüşü yadırgamamak gerekir. Çünkü tahakkümün tam anlamıyla kaldırılmadığı toplumlarda herhangi bir eşitsizliğin köklü olarak giderilmesi mümkün değildir.Burada çekirdek ailenin çözülüşüne (başka bir yazıda ele alınacağı için) değinmeyerek; kısaca yaşanmış bazı komün deneylerine göz atalım. Ekim devrimi sonrası Sovyetler Birliği’nde kadın istediği mesleği seçme, dilediği işi seçme ve çocuk bakımını kurumlara yükleme gibi haklar elde etmiştir. Ancak cins ayrımcılığının kaldırılması ve kadının gerçekten özgürleşmesi yolunda fazla yol kat edildiği söylenemez. Firestone gibi bazı kadın düşünürler bunun nedenini kuram ve deneyim eksikliğine, bireyin ve toplumun bu konudaki eğitim eksikleri gibi nedenlere bağlıyorlar. Ancak burada asıl vurgulanması gereken Marksist- Leninist düşüncede kadının kendini ne kadar bulduğudur.20.yy’da sözü edilen bir başka komünal yaşam örneği de İsrail’deki Kibutzlardır. Kibutzlar, özel tarımsal amaçları geliştirmek için kurulmuş sınırlı bir komüncük olarak tanımlanıyor. Kibutz köktenci bir komün deneyi değildir. Firestone, “Cinselliğin Diyalektiği” adlı kitabında 1973’te Kibutzlara yaptığı ziyarette cinsel rol ayrımının açıkça yaşatıldığına işaret ediyor. Örneğin, orada kadın ve erkek işleri farklıdır. Mutfak, çamaşır yıkama, çocuk bakımı gibi belli hizmetler kadının sorumluluğudur ve kadının kamusal alandaki katılımını sınırlamaktadır. Ona göre Kibutz kadını sevimli ve yumuşak kadın rolünde olup giyime, modaya ve makyaja olan düşkünlüğüyle burjuva kadından farksızdır. Hatta Kibutz’daki ev biçimleri ve sokaklar Amerika’nın Kaliforniya eyaletindeki zengin semtlerini anımsatır. Ancak Kibutzlar’daki çocuklar endüstriyel toplumdaki çocuklardan daha yaratıcı ve daha girişkendirler. Geleceğe ilişkin bize umut veren tarafı ise Kibutz deneyiminin derinlikten yoksun olmasına karşın bu kadar başarılı yol kat edebilmesidir. Demek ki, iş bölümünün, bunun sonucunda cinsel ayrımın ve mülkiyet fikrinin birazcık bile zayıflatılmasından önemli bir toplumsal sinerji doğmaktadır. Bu arada 21. yy.’da Filistinlilere yaşama hakkı bile tanımayan bugünün siyonist İsrail’inde Kibutz’un ne kadar ilerici rol oynadığı elbette sorgulanmalıdır.... eşitlikçi topluma doğru ilerlemek için kadının yalnızca ekonomik olarak özgürleşmesi yeterli değildir. Kadının politik arenada ve karar alma mekanizmalarında da etkin olması gerekir. Bunun için toplumsal projelerin her yapı taşında köklü bir hazırlık yapmak gerektiği açıktır.Cemal’in yukarıda bahsedilen kitabında ilginç eşitlikçi toplum örneklerine değinilmektedir. Örneğin, Eskimolar avlanmaya kadınlarıyla giderler. Av sürecinde belli bir iş bölümü vardır (erkek zıpkını fırlatırken kadının kayığı kontrol etmesi gibi). Avcılığın değil, sadece toplayıcılığın yapıldığı toplumlar örneğin, Hindistan’ın güneyindeki “Chencu” ve “Kadar” toplumları kötü de olsa buna bir örnek teşkil edebilir. Chencu’lar önceden avlanarak yaşarlarmış. Ancak daha sonra avlanmak hükümet tarafından yasaklanmış olduğundan toplayıcılık yapmaya zorunlu bırakılmışlar. Fakat her iki cins aynı işi ayrı bir yordamla yapar olmuşlar. İşin zorluğuna göre burada da bir farklılaşma görülüyor. Erkekler tepelerde yuvalanmış bal peteklerine ulaşmaya çalışırken kadınlar alçak yuvalardan bal topluyorlar. Hem erkekler hem de kadınlar demir uçlu çubuklarla yer elması topluyorlar. Bu iş süreci erkeklerin avcılık yapması engellenmiş olduğundan ayrıca özel bir farklılaşmaya zorlamıyor. Fakat geleneksel iş bölümünün uzantısı olarak iki cins aynı işi birbirinden yalıtık durarak yapıyor (6). Görüldüğü gibi bu örneklerde iş bölümü her iki cinsin birbirini tamamlaması ve bütünlüğün korunması şeklindedir.Cinsiyetçi ayrımın sorgulanmasıyla erkek egemen kültürün yüceltilmesi zayıflamaya başlayacaktır. Örneğin, düğünlerde kadınların cinsel dokunulmamışlıklarını gösteren beyaz gelinlik tarihe karışacaktır. Evlilik kurumunun ortadan kalkmasıyla kadının mülk edinilmesi söz konusu olmayacaktır. Bu tür fiziksel düzenlemeyi yaratan kurumlar; evlenme/boşanma kurumları, soyadı değiştirme, vb. tarihin çöplüğünü boylayacaktır. Kısacası özgün bir cinselliğin yaşandığı bir toplumda insanlar hem ruhsal hem de fiziksel olarak özgür olabilirler. Reich’ın söz ettiği gibi insanlar, özlemini duydukları topluma ulaşmaya aynı zamanda büyük bir korku da duymaktadırlar. Oysa kendi doğalarına ters düşen mülkiyetçi yaşama biçimidir. Her ne olursa olsun eşitlikçi topluma doğru ilerlemek için kadının yalnızca ekonomik olarak özgürleşmesi yeterli değildir. Kadının politik arenada ve karar alma mekanizmalarında da etkin olması gerekir. Bunun için toplumsal projelerin her yapı taşında köklü bir hazırlık yapmak gerektiği açıktır.... kadın özgürlüğü eğitim sisteminden, kent planlamasına, yeni ev tasarımına ve hatta yeni kent mimarilerine kadar yansıtılmalıdır. Günümüzün Bush rejimi altındaki dünyada, sivil hakların budanmaya çalışıldığı ortamda (bir dizi kadın haklarının da geri çekilmeye çalışıldığı ortamda) bunlar kolay olmayacakErkek egemen toplumda eşit olmayan her iki cins, gerçek anlamda yaşamı farklı pencerelerden görmeseler de hayatın gerçeklerini farklı yaşıyorlar. Toplumsal ekolojik açıdan bakıldığında kadının özgürleşmesi yalnızca bir kültürün yeniden düzenlenmesini değil, aynı zamanda adeta doğanın yeniden düzenlenişini de zorunlu kılar. Bu durum özel ve kamusal alanda her şeyin yeniden gözden geçirilip düzenlenmesini gerektirir. Öylesine ki; kadın özgürlüğü eğitim sisteminden, kent planlamasına, yeni ev tasarımına ve hatta yeni kent mimarilerine kadar yansıtılmalıdır. Günümüzün Bush rejimi altındaki dünyada, sivil hakların budanmaya çalışıldığı ortamda (bir dizi kadın haklarının da geri çekilmeye çalışıldığı ortamda) bunlar kolay olmayacak. Örneğin, bugün en temel hak olan kadının ne zaman çocuk sahibi olmaya karar verebileceği gibi, vücudu üzerinde yalnızca kendisinin tasarruf hakkı olmasını gerektiren kürtaj hakkı gibi (ki; yarım asra varan bir mücadeleyle kazanılmıştır).... Ailenin ön plana çıkarıldığı ve özelleştirmenin alıp başını gittiği ekonomik küreselleşme ortamında işler ve sosyal güvenceler kısılırken ilk olarak kadın alanlarına saldırılıyor.Sonuç olarak; kapitalist-endüstriyalist toplumun perçinlemeye çalıştığı cinsiyetçi roller kadının gerçek potansiyelini keşfetmesi önünde bile büyük bir engeldir.. Ancak bu sorunun çözülüş umutlarının kıvılcımlarını bugünden görmek bile bize güç veriyor. Yukarıda bahsedilen güçlüklere rağmen cinsiyete dayalı iş bölümünün ortadan kaldırılması yolunda çabalar yok değil. Toplumsal ve doğal zenginliğin üretme, dağıtma ve yararlanma biçimlerini belirli bir zümrenin, grubun veya bireyin denetimine veren erkek egemen toplum ve ilişkileri daha etraflı ve güçlü olarak sorgulanmalıdır. Çünkü eşitlikçi topluma giden yolda yalnızca kadının üzerindeki baskı kalkmayacak; erkeğe biçilen soğuk ve katı demir perdenin aralanması erkekleri de rahatlatacaktır. Kadının özel ve kamusal alanda yalnızca temsili biçimde “çeşni” olarak görülmediği bir topluma doğru ilerlemek gerekiyor. Gerçek anlamda kadının varlığı doğrudan demokrasi deneyimleriyle yaratılabilecektir. Kadınlar ancak o zaman sadece kendi renkleriyle değil, gerçek anlamda kendi sesleriyle de var olabileceklerdir ( ALINTIDIR )

yaşama dair

ve yeni bir yaşam bir